0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

15. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“BALO”

Tan vakti, bir kâbustan sıçrayarak uyandıktan sonra geri uyuyamamıştım. Kâbusumda ne gördüğümü hatırlıyordum. Babamın ipin üzerindeyken açık duran gözlerinin bana bakıyor olduğunu görmüştüm ve bu çok korkunçtu. Beş buçuktan beri ayıktım ve saat sekize geliyordu. Bu süre içinde kalkmış, giyinmiş, temizlenmiş, saçlarımı taramış, salona inmiştim. Geceyi, daha önce geçirdiğim misafir odasında geçirmiştim ve yıldızları izleyerek yatağın içinde günün aydınlanışını izlemiştim.

O ışığı üç kere yakıp söndürmüş, baloya gitmeyi kabul etmiştim.

Beni saat dörtten beri uyutmayan bu endişe verici düşünce olabilirdi. Çünkü kalabalık ortamlardan, davetlerden, gürültülerden hoşlanmazdım ve tüm bunlara rağmen o ışığı tam üç kere yakıp söndürmüştüm. Peki ya Hazer neden baloya benimle gitmeyi istemişti? Annesi dedi diye niye böyle bir şey yapmış olsun ki?

Tüm bu endişe verici düşünceleri bir anlığına unuttuğumdaysa evin içinde dolaşıp durmuş, sonra mutfağa geçmiştim. Açıkçası krep yapmayı bilmezdim, bu yüzden telefonumdan internete girip malzemelere ve yapılışına bakmıştım. Tavayı bulup ocağı yakmayı öğrendiğimde hazırladığım harçla krep yapmaya başlamıştım ve tam o sırada Hazer’in yeşil zeytin sevdiğini hatırlayarak birkaç krepe doğradığım yeşil zeytinleri eklemiştim. Ocağın altını kapatmış, tavayı üstünden almıştım. Zeytinli krepleri bir tabakta, zeytinsiz olanlar bir başka tabaktaydı.

Tezgâhın önünde dikilirken başımı salonun duvarına çevirdim ve saatin sekizi geçtiğini gördüm. Acele içinde tezgâhtaki eşyalara uzanırken kapı çaldı ve bu donup kalmamı sağladı. Hazer genelde anahtarıyla girerdi, bu sefer kapıyı mı çalıyordu? Tezgâhın arkasından çıktım. Kapıya yürürken, bir duygunun bu endişeden daha baskın çıkıp elimi ayağımı titretmesi karşısında çaresizce kapıya uzandım. Kapıyı ürkerek açtım ama beklediğimin aksine Hazer’le değil, Kerem’in gözleriyle karşılaştım.

“Sen miydin yaa...”

Kerem, “İlahi Safir Hanım,” dedi neşeyle. “Başka birini bekliyordunuz herhalde?”

Evet?

Kapıyı biraz daha açarak onu içeriye buyur ettim. “Hazer bu saatlerde uyanıyor,” dedim sessizce. “Onun gelmiş olabileceğini düşünmüştüm.”

“Sabah erkenden koşuya çıktı. Giderken dedi ki, ’Kerem kafamı dağıtmam lazım.’  Ben de dedim ki ’Aman Hazer Bey, siz bu aralar zaten pek dağınıksınız.’” Kerem konuşmaya bir an ara verdi. “Şey, işte sonra Hazer Bey klasik olarak beni kovmakla tehdit etti, ben de sustum.”

Gülümsedim. Kerem bunu gördüğünde kıkırdayarak bana eşlik etti. “Umarım bir gün kovulmazsın,” diye bir temennide bulunduğumda, “Yok ya,” dedi. “Kovulmam, ayıptır söylemesi Hazer Bey’le bir keresinde karşılıklı içtik. Doğrusu o içti, ben içmiş gibi yaptım. Tabii sabaha kadar içince sarhoş oldu.” Kerem peşimden tezgâhın arkasına yürürken bir yandan kıkır kıkır gülüyordu. “Dedi ki, seviyorum lan seni Kerem. O yüzden güveniyorum, kıyamaz bana.”

Tezgâhın arkasına geçerken mırıldandım. “Bence kıyar ama sen bilirsin...”

Güldü. “Evet, kıyabilir.”

Kerem’le evin içinde yalnız kalmaktan endişe duymamak beni çok duygulandırdı. Birilerine beni incitmeyeceklerini bilecek kadar güvenmek çok güzel bir duyguymuş. Tekrar toplamak için tezgâhın arkasına geçtiğimde, “Aa yemek,” dedi Kerem ve ansızın tabağın içindeki kreplere uzandı. “Safir Hanım siz hayatımıza nereden çıkıp geldiniz ya? Vallahi, iyi ki geldiniz.”

Kerem’in uzandığı kreplerin, zeytinli krepler olduğunu fark ettiğimde uzandım ve beni de şaşkına çeviren bir hareket yaparak elinin üstüne yavaşça vurdum. Kerem irkilerek gözlerini kocaman açtı ve elini geriye çekti. “Affedersin, onlardan değil de şu tabaktakilerden yersen olur mu?”

Duraksadım. Birinin elinden yemek istediği bir şeyi mi alıyordum? Ne için? Hazer Han’a yaptığım için mi? Ne olursa olsun bu çok incitici bir davranıştı. Kerem daha bana karşılık vermeden bu hareketim altında ezildim ve tabağı acele içinde ona uzattım.

“Hayır hayır, al ye lütfen. Kusura bakma, boşluğuma geldi bir an. Ben tabağı önünden çekmek istememiştim.”

Kerem’in yüzünde, beni ve tavrımı anlamadığını açıkça gösteren bir ifade oluştu ama gülümsedi. “Yok, bu başkasının belli ki. Ben şu tabaktakileri yiyeyim.”

O böyle demiş olsa bile ben zeytinli kreplerden birini diğer tabağa bıraktım ve Kerem’in iştahla yemesini izledim. Dolapta vişne suyu olduğunu hatırladığımda geçip bir bardağa onun için koydum. Bana teşekkür etti. Az önceki kabahatimi telafi etmek isterdim, önünden tabağı çekmek çok korkunç bir hareketti. O krepleri yerken ben tezgâhın üstündeki birkaç fazlalığı aldım ve Kerem’in Fıstık’la beraber Hazer’in dedikodusunu yapmalarına kulak verdim.

Bahçeden bir ses geldiğinde Kerem ağzındaki lokmaları acele içinde yuttu ve Fıstık’la dedikodu yapmaya son vererek doğruldu. “Hazer Bey geldi.”

Ellerimi çılgın bir titreme aldı.

Kerem kalan krepleri hızlı hızlı yerken, kuruyan dudaklarımı ıslatmadan edemedim. Susuzluk hissi başlamıştı. Neden? Ateş yaklaştığı için mi? Birkaç saniye sonra kapı çaldı ve yerimden sıçradım. Kerem başını çevirip mırıldandı. “Allah Allah, anahtarı varken neden kapıyı çalıyor ki?”

Bilmiyordum ama o kapıyı benim açmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Tezgâhın arkasından çıkarak hole geçtim ve açmak için kapıya doğru yürüdüm. Saçlarımı düzelttim ve sıcaklık kulaklarımın arkasına doğru yayılırken, kapının yanına vardım. Dudağımı ısırarak kulpa uzandım ve kapıyı açtığımda, onu pervaza yaslanmış halde buldum. İlk önce yüzünü, sonra gözlerini gördüm ve karnıma sert bir yumruk yemiş gibi hissederek parmaklarımı kıvırdım. Birbirimize temas etmemek için kapının ağzında, birbirimizden kaçışırken, “Merhaba,” dedi Hazer ve uzağımdan ilerleyerek tamamen içeriye girdi. Gözleri kaçamak şekilde yanaklarımdaydı. “Bir şey mi sürdün sen?”

Elim baktığı yere, doğrudan yanağıma giderken, dudaklarımdan, “Hayır,” kelimesi çıktı. Yanağım sıcacıktı. “Bir şey sürmedim. Sürmüş gibi mi görünüyorum?”

“Al al olmuşsun.” Başını önüne çevirdi, portmantoya ilerlerken alçak bir sesle devam etti. “Kadınlar yanaklarına böyle kırmızı görünsün diye bir şeyler sürüyorlar ya, öyle olmuş sanki.”

Ellerimi nereye koyacağımı bilemeden arkamda saklarken, “Allıktan bahsediyorsun,” diye onu düzelttim. Hazer Han her hareketini yavaştan alarak doğruldu ve ayakkabılarını portmantonun içine yerleştirerek omzunun üzerinden bana döndü. Terli ve ıslak görünüyordu. “Fakat hayır, sürmedim.”

“Neden nefes nefesesin Mila?”

Uzanıp üzerimdeki boğazlı kazağın yakasını çekiştirdim. “Sıcak burası. Hem sen de soluk soluğa kalmışsın?”

“Koştum ben... Ondan öyle oldum bir kere...”

Başımı hızlı hızlı salladım. “Susamış olmalısın?”

Göz ucuyla baktığımda dudaklarını ısırıyordu. “Hem de nasıl.”

Avuçlarımı sıktım ve her an dibi daha derine inen gözlerine bakarak gerilemeye başladım. Hazer Han orada kaldı. Yumruğumun içinde kalbimi taşıyormuş gibi hissederek mutfağa döndüğümde, onun ağzının içinde bir şeyler dediğini duyar gibi oldum.

Ruhumu bir arada tutan şey, bedenimi parçalıyordu.

Mutfağa geri döndüm. Bir bardak su doldurdum. Hazer yukarıya çıkacak olmalıydı, ondan hızlı davranarak suyla arkamı döndüm ve onun airpodslarını çıkararak merdivende yürüdüğünü gördüm. Üzerinde bir tişört ile simsiyah, düz bir eşofman vardı ve tişört o kadar ıslanmıştı ki, sanki vücuduyla birleşmiş görünüyordu. Tezgâhın arkasından çıkarken, “Hazer,” diye seslendim ona ve adımlarının durmasını izledim. Kafasını omzunun üzerinden bana çevirdi. “Su.”

Kaşlarını hafifçe çattı ve elimdeki bardağa baktı. Dudaklarını birbirine bastırdı ve bir adım öne çıkarak bardağı almak için elini uzattı. Hazer yüzünde mimik oynamadan bardağı ağzına dayadı ve suyu tek yudumda kana kana içtikten sonra bardağı indirdi. Suyu o kadar hızlı içmişti ki birkaç damlası çenesine akmıştı. Bardağı bana uzatırken, “Geçmedi,” dedi ve karanlık bakışlarıyla ekledi. “Susuzluğum.”

Bardağı elime geri bıraktığında, kelimeleri boğazımda keskin bir tat bıraktı ve hissi genzimi gıdıkladı. Arkasını dönüp merdivenleri tırmanmaya başladığında, kalçamı tezgâha dayayarak diğer elimi kalbime koydum. Kerem arkamda güldü. “Âlem bu adam ya. Susuzluğun geçmediyse bir bardak daha içersin yani değil mi?”

Neye olduğunu bilmeden kafamı salladım. “Ben de bir bardak su içeyim.”

“İçin tabii.”

Kendime de bir bardak su koydum ve kana kana, üç yudumda içtim. Kış gününde soğuk su içme ihtiyacının nereden çıktığını bilmiyordum ama bu suyun beni kesmediğini hissediyordum. Karanlığın cömert davranmadığını hep bilirdim ama bu sefer beni gafil avlıyordu. Granit tezgâha yürüdüm ve bar koltuğunu çekerek oturdum.

“Duş alıyor herhalde.”

Bir evde bir erkekle olmak başka bir şey, o evde çıplak bir erkeğin olması bambaşka bir şeydi. Kendimi gerçekten huzursuz hissetmiştim ama Hazer benim için yeterince şey yapmıştı, duş almasına böyle bir tepki vermem hiç adil değildi.

Kerem biraz daha krep yiyerek Fıstık’la dramatik bir vedalaşma merasimi yaptı ve kısa süre sonra ortadan kayboldu. Giderken ”Hazer Bey’in gözleri sizin sayenizde beni görmedi, kaybolayım ortadan, dedi. Sanırım Hazer içeriye girdiğinde onu gerçekten görmemiş ya da görmezden gelmişti.

O gittiğinde tezgâhtaki kalabalığı toplamaya başladım. Bunu yaparken sessiz olmaya dikkat ettim. Ortalığı toplayıp tezgâhı sildikten sonra salondaki koltuğa oturdum. Çantamdan çıkardığım merhemi bileğime sürdüm. Artık bileğimde ağrı kalmamıştı, rahatça hareket edebiliyordum.

Bu düşünce beni anlık da olsa mutlu etti ve kendimi ellerimi çırparken buldum. Dansa devam edecektim. Tavana bakıp kendimi güzel bir balerin kıyafetinin içinde hayal ederken, Hazer Han merdivenlerin başında göründü ve ıslak saçlarını eliyle tarayarak indi. Gözleri etrafta dolandığında aptalca bir şekilde beni mi arıyor, diye düşündüm. “Sıhhatler olsun.”

Gözleri hızla beni buldu ve eli saçlarının arasından kayıp yanına düştü. Ah, sakal tıraşı olmuştu. “Benim odamda ebeveyn banyosu var,” dedi beklemediğim şekilde. “Ben orada duşumu yaptım, hep orada yaparım. Sen rahatsız olma tamam mı?”

Aman Tanrım! Böyle düşündüğümü nasıl bilebiliyordu!  Ruhumda bir ayna olsa, yansımam gözlerinin içindeki o küçük mahcubiyet olurdu. “Hazer?”

“Hımm?”

“Ben dün... Işığı yaktım, gördün değil mi?”

Gözleri kaçıp durmaktan vazgeçti ve kararlı bir şekilde sabitlendi gözlerimin içine. “Gördüm, yaktın ışığı... benim için.”

“Senin için.”

Hazer yutkunmaktan başka türlüsünü yapmadığında heyecanlı parmaklarımı zapt etmeye çalışarak, “Sen bir şey demeyince ben de görmediğini düşünmüştüm,” diye açıkladım. “Ama görmüşsün.”

Kravatını sıkarak yerine oturturken, “İzleyeceğimi söylemiştim,” dedi kalın bir sesle. “Ayrıca seni görüyorum Mila, göstermek istediğinden fazlasını bile görüyorum.”

Birileri bana bakardı ama beni görmezdi. Birileri gösterdiklerimi bile görmüyorken o nasıl göstermediklerimi, sakladıklarımı bile görüyordu? Söyledikleri boşa değildi, bende bir şeyleri görüyor gibiydi. “Bileğim iyileşti,” dedim konuyu değiştirmek için, aceleyle. Hâlâ, telaşsızca kravatını düzeltiyordu. “Bugün derslere kaldığımız yerden devam edebiliriz. Edelim mi? Hem çok özledim dans etmeyi.”

“Bileğinin iyi olduğuna ne kadar eminsin?”

“Üstüne basabiliyorum,” diye alçak tondan konuştum. “Hem rakiplerim durmadan çalışırken vakit kaybetmek istemiyorum.”

Nihayet ellerini kravatından çekerek iki yandan beline yerleştirdi ve bu üzerindeki gömleğin vücuduna dar gelmesini sağladı. “Ben sana inanıyorum,” dedi ansızın, hiç beklemediğim şekilde. Gözlerinin içinde, aniden yanıp sönen havai fişekler var gibiydi. “Ben pek fazla şeye inanmam, güvenmem. Ama sana inanıyorum tamam mı? Çünkü bir şey var... Yani sende... Dans ederken olan bir şey. İnsanın gözünü kırpmasına bile izin vermiyorsun.”

Bana inanıyordu. Yapabileceğime, kazanacağıma inanıyordu. Ruhum parçalarından tutunarak bir araya geliyordu sanki. Kalbim hızlanırken, “Yaa,” diyebildim.

“O yüzden rakiplerinin gerisinde değil, ilerisindesin.”

Hazer Han sanki bu kadar dürüst davranmaktan rahatsız olmuş gibi bakışlarını başka yere çevirdi ve bana arkasını döndü. Gri gömleği ve siyah kumaş pantolonu içinde mutfağın yolunu tuttuğunda, “Gömleğin çok yakışmış,” deyiverdim ve bunu dediğimi, Hazer’in duran adımlarıyla fark ettim. Başını omzunun üzerinden bana çevirince kızardım. “Yani… gri benim en sevdiğim renktir de.”

Dudaklarından bir gülümsemenin geçtiğini gördüm, başını eğip gömleğine baktı. “Ya, gri en sevdiğin renk demek.”

Başımı salladım ve onun için yaptığım krepleri hatırlayarak koltuğa daha sıkı yapıştım. Heyecanlanmıştım, insanlar da birbirleriyle konuşurken veya birbirleri için bir şey yaparken heyecanlanıyor muydu? Fakat... Gazel’le konuşurken heyecanlanmıyordum, nefesim kesilip durmuyordu. “Senin için krep yaptım,” dedim aniden, ellerimi önümde birleştirerek. “Hem de zeytinli!”

Hazer Han gülümsemeyi sürdürerek, “Yaa,” dediğinde yüreğim ağzıma geldi. “Benim için mi?”

Midemde yumruk savaşı vardı. “Senin için... Tabii Kerem de biraz aldı ama olsun, zaten fazlasıyla vardı.”

“Beleşçi herif.”

“Deme öyle,” diye onu uyardığımda Hazer Han hiç ummadığım bir şey yaparak omzunu silkti. “Bana ne.”

Arkadaşıyla kavga edip çok kızmış bir oğlan çocuğuna benziyordu ve bu dudaklarımdaki gülümsemeyi ikiye katlamıştı sanki. Tabure çekip oturmak yerine ayakta yemeyi tercih etti. Zeytinli kreplerin nasıl olduğu hakkında bir fikrim yoktu ama lezzetli olmalarını umuyordum. Hazer kendine temiz bir bardak çıkararak tezgâhın üstündeki meyve suyundan koyarken, “Aslında meyve suyu hiç sevmem,” diye mırıldandı. “Diyeceksin ki, o zaman neden evinde var. Kerem evin alışverişini yaparken dolabın yarısını kendi zevkiyle dolduruyor, o yüzden bir sürü meyve suyu var…”

“Ben yiyecek ve içecek ayırt etmem,” diye fısıldadım sebepsizce. Karnım doysun, yeterdi.

Hazer Han kafasını çevirip bana baktı ve iri bir ısırık aldığı krebi ağzından çekerek kalanını elinde tuttu. Sorma gafletine düştüm. “Güzel olmuş mu?”

“Gel de kendin bak.”

Titrek ellerimi birleştirerek biraz hevesli adımlarla tezgâha doğru yürüdüm. Onun karşısında durduğumda kreplerden birine uzanacak oldum ama Hazer elindeki yarım krebi bana uzatarak yemem için teşvik etti. “Bunu yemeni istiyorum.”

Tek kaşımı kaldırdım. “Çok despotça?”

Alt dudağını ağzının içine aldı ve dirseklerini yaslayarak tezgâha doğru yüklendi. Benim de ellerim tezgâhın üzerinde kayarak onun dirseklerine yaklaşırken, Hazer Han bir kez daha, “Ye,” diyerek krebi ağzımın hizasına kaldırdı. Dudaklarım aralandı ve krebin bir kısmını ısırdığımda Hazer Han memnuniyetle iç çekti.

“Seni rahatsız etti mi bu? Hani geçen gün sandviçinin kalanını yemiştim de bana iğrenmedin mi diye sormuştun ya? Ya sen? Şimdi yedin. Rahatsız etti mi?”

Krebin yumuşak hamuru ağzımın içine, dişlerim sayesinde yayılırken, yanaklarım biraz kızararak utancımı açığa çıkardı. Hazer Han kalan bir parça krebi de kendi ağzına atarak iştahla yerken, bakışlarımı önüme çevirerek aramızda ağırlaşan havayı içime çekmeye çalıştım.

“Her nedense etmedi ama... Neden böyle bir şey yaptın ki?”

“Görmek için... Senin için artık ilk günkü uzaklıkta durduğun o adam olmadığımı görmek için.”

Nefesim kesildi. “Hazer...”

“Zaman beni, senin için farklı biri yapacak. Korktuğun, ürktüğün herhangi biri olmayacağım senin için. Ve buna karşı koyamayacaksın, koyamayacağız.”

Korktuğum, ürktüğüm herhangi biri zaten değilsin ki.

Hiçbir şey diyemedim, gözlerinde o kadar sözcük birikmişti ki benim bir şey dememe gerek kalmıyordu. Farklı bir şeyden bahsediyordu. Benim hissettiğim ama anlamadığım bir şeyden. Sesi boğuk, derin ve kararlıydı. Bana ne dediğini anlamıyor ama yüreğimin derininden hissediyordum.

İkimiz de daha sonrasında bir şey demedik ve sessizlik o anda başladığında Hazer Han’ın yaptığı tek şey kalan zeytinli kreplerin hepsini yemek oldu. Tabii, benimle paylaşarak. Bana da bir meyve suyu doldurduğunda ona teşekkür etmiştim ve o homurdanarak karşılık vermişti. Krepler bittiğinde Hazer Han ağzının içinde dişlerini fırçalayacağını geveleyerek üst kata çıktı ve ben o sırada tezgâhta duran şeyleri kaldırdım.

O aşağıya, ceketini giymiş vaziyette indiğinde ben koltukta oturmuş, Fıstık’la konuşuyordum ve Hazer bunu merdivenin son basamağında görüp durduğunda, “Umarım dedikodumu yapmıyorsunuzdur,” diyerek açıkça alay etmişti.

Sessiz kaldım. Hazer duraksadı ve son basamağı da inerken, bir an yüzünde tereddütlü bir ifade belirdi. “Ben öylesine dedim... Espri gibi. Kızdın mı?”

No estoy enojado,” diyerek incecik bir sesle karşılık verdim ve Hazer’in anlamayarak boş boş bana bakmaya devam ettiğini gördüm. “Bazen İspanyolca bilmediğini unutuyorum, affedersin. Kızmadığımı söyledim.”

“No demen yeterli, estoy mestoy falan diyorsun hiçbir şey anlamıyorum.”

Beni taklit edip söylediklerimi tekrarlamaya çalışması bana komik görününce gülmemek için bakışlarımı kaçırdım. “Gül balerinim, gül.”

Geçip karşımda durduğunda genellikle onu izliyordum, yine böyle yaptım. Gömleğinin rengi ceketinden birkaç ton açıktı ve yakaları özenle düzeltilmiş görünüyordu. Giydiği ne varsa üzerine tam oturuyordu, hem de her zaman. O, gömleğinin kol düğmelerini iliklerken, saçlarının parmaklarıyla arkaya doğru taranmış olduğunu fark ettim. Baştan aşağıya muntazam görünüyordu.

“Dans etmeden önce hastaneye gidelim, bileğini kontrol etsinler. Ya da istersen Muazzez’i araya...”

“Hayır,” dedim net ama nazik bir şekilde. “Leyle muayene eder, Muazzez’in vaktini almayalım.”

Omzunu silkti. “Üzerine sıkı bir şeyler giyin, hava bugün çok sert.”

Uğultulu rüzgâr, sanki Hazer’i onaylamak istercesine evin geniş camlarına çarptığında doğrulup portmantoya yöneldim. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen tan vakti uyandığım için günü yarılamış gibi hissediyordum. Portmantonun içinden çantama ulaştım ve üzerimdeki kırmızı, boğazlı kazağın üzerine giymek için çantamın dibinde olan içi yünlü montumu çıkardım. Çantamın içini biraz daha karıştırarak atkımı aradım ama bulamayarak huzursuzlandım. Neredeydi? Dün en son boynumdan çıkarıp Hazer’in arabasına... Omzumun üzerinden ona doğru döndüm. “Atkım senin arabanda mıydı? Sanki en son orada çıkardığımı anımsıyorum.”

Hazer neden bahsettiğimi anlamak için bir an duraksadı ve sonrasında bakışlarını çevirdi. “Bilmiyorum ben.”

Zihnimi zorlamaya çalıştım ama yok, en son arabanın içinde çıkardığımı hatırlıyordum. Ben çantanın içinden beremi çıkarırken, Hazer Han’ın üst kata çıktığını göz ucuyla gördüm. Bereyi dağınık saçlarıma giydim ve hemen ardından montumun fermuarını çekerken Hazer Han’ın elinde siyah bir atkıyla indiğini gördüm. Şuursuzca, hiç duraksamadan mesafeyi eriterek önüme kadar geldi ve yünlü, siyah atkıyla bana uzandı. Duvarla onun arasında biraz sıkışmıştım. Hazer başını beni daha iyi görebilmek için aşağıya eğdi. “İzin ver de dolayayım boynuna.”

Hiçbir şey demeden başımı ona yaklaştırdığımda, Han’ın dudaklarından küçücük bir gülümseme geçti ve bu an, o küçük gülümsemeyle özetlenebilir oldu. Atkıyı yavaşça boynuma dolarken, atkıdan gelen yoğun kokunun farkına vararak gözlerimi yumdum. Bu kokuya o kadar aşinaydım ki, artık burnuma geldiği an tanıyordum. Ellerimle bir yere, hemen yakınımdaki ceketinin yakalarına tutunma ihtiyacıyla baş etmeye çalışırken, Hazer Han atkıyı boynuma tamamen sardı. Nedense başımın üzerinde uzun bir nefesi içine çekti. Hemen sonra konuştuğunda sesi boğuktu.

“Bu da neyin nesi böyle...”

“Efendim?”

“Hiç.” Sertçe yutkunarak ellerini atkının iki ucundan çekti ve acelesizce benden uzaklaştı. “Sadece, başım döndü.”

“Yaa... Tansiyonunuz mu düştü acaba?”

“Öyle olmalı. Yoksa neden dönsün ki başım, değil mi?”

“Yani… Öyledir.”

Kafasını salladı ve bana sırt çevirerek portmantoyu açtı. İçinden kaşe bir kaban çıkararak hızla vücuduna geçirirken, ben boynumu okşayan yün atkının içinde kalmış, onu izliyordum. Bir an sonra kapıyı açıp çıkmam gerektiğini fark ettim ve kendimi dışarıya attığımda ellerimi ceplerime yerleştirdim. Hava soğuk, kuvvetli bir rüzgârla yüklüydü: Tanrı’nın ilahi gücünü kanıtlıyordu.

Hazer Han evinin kapısını kilitledi ve geçen günkü gibi bir sigara yakıp içtikten sonra arabaya bindi. Kerem’den evrakları uzatmasını istedi. Ben neden bahsettiğini anlamadan izlerken Kerem yanındaki boş koltukta duran çantayı Han’a uzattığında, çantayı alıp içini karıştırdı. Birbirine zımbalanmış birden fazla kâğıt çıkardı. Yanağımı soğuk cama yaslamış, bir ânını bile kaçırmadan ne yaptığını izliyordum. İşle ilgili bir şeyler olduğunu pekâlâ anlamıştım. Kâğıtları okurken sık sık kravatını çekiştirip saçlarını dağıttı. Bunlar, gergin hissettiğinde yaptığı şeylerdi.

Birkaç gün önce muayene olduğum hastaneye geldiğimizde bakışlarımı ondan çekerek kapıya uzandım. Hazer Han elindeki kâğıtları bırakarak benimle aşağıya indiğinde, Kerem’in dikiz aynasından saçlarını düzelttiğini görmüştüm. Ah, tabii, Leyla!

Arabanın etrafını dolandığımda, garip bir şekilde Hazer Han’la yan yana yürümeye başladık ve bu nasıl oldu hiç anlamadım. Bir şey bizi birbirimize doğru itmişti sanki. Kerem arkamızdan gelirken hastane kapısından geçerek ilgili kişinin masasına yöneldik. Hazer Leyla’yı sorduğunda, görevli bir numarayı tuşladı ve bize dönerek az sonra burada olacağını söyledi. Ben teşekkür ederken, “Oturup bekle,” dedi Hazer ve çenesiyle duvara yaslı duran koltukları gösterdi. “Hem ayakta bakamaz ya bileğine.”

“Haklısın.”

“Leyla’m geliyor!” Kerem’in sesini duyar duymaz başımı kaldırdım ve koridorun ucuna baktığını gördüm. Evet, Leyla beyaz hemşire forması içinde bize doğru yürüyor ve bana el sallıyordu. Samimiyetine inanarak elimi kaldırdım ve ona sallarken,   “Hazer Bey, nasıl görünüyorum?” diyen Kerem’in sesini duydum. Hazer’e dönmüş, kaş göz yaparak ceketinin yakalarını düzeltiyordu. “Sizce seksi bir bakış mı atayım yoksa ben çok masum bir adamım bakışları mı atayım?” Han ve ben ona apaçık bir hayretle bakarken, Kerem aklına bir fikir gelmiş gibi sırıttı.

“Dur, ben en iyisi bayılayım.” Sonra bizim anlamsız bakışlarımıza aldırmadan kendini hastanenin koridor zeminine attı.

Bayılmış numarası yaptı.

Biz yaşadığımız son saniyeleri sindirmeye çalıştığımızdan sadece yerde uzanan vücuduna bakarken, birkaç kişinin hayretle bağırdığını duyduk. Kerem tek gözünü açmaya çalışıp Hazer Han’a baktı. “Geldi mi? Geldi mi? Bayıldı deyin. Dokunsun, okşasın Leyla...”

“Aaa.” Leyla koşturarak yanımıza vardığında Kerem bayılma taklidine kaldığı yerden devam etti. Leyla tek dizinin üstüne çöküp endişe içinde Kerem’e uzandı. “Bir anda düştü, bayıldı adam.” Gözlerini kaldırıp uzun kirpiklerinin ardından bize baktı. “Ne oldu böyle birdenbire anlamadım, neyi var?”

Hazer Han sinirlense de Kerem’i bozup rencide etmedi ve ağzının içinde geveledi. “Salak o ya. Arada bayılıyor öyle işte.”

“Salak olduğu için mi bayılıyor?”

Han Leyla’ya ”Sen ciddi misin?” bakışı attıktan sonra omzunun üzerinden bana döndü. “Bunlar tam birbirine göre.”

Galiba öyleydi…

Leyla uzanıp Kerem’in nabzını kontrol ederken, ben gülmemek için yanağımın içini ısırıyordum. Yaptığı şey hiç hoş bir davranış olmasa da Kerem bunu kötü bir niyet gütmeden yapmıştı. Üstelik numara yaparken o kadar gerçekçiydi ki, bilmesem ona inanırdım.

“Kerem Bey?” diyerek onu yumuşakça sarstı Leyla. “Solunumu da gayet normal, ne oldu da bayıldı adam ya?”

Hazer Han kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak ağzının içinde cıkladığında, Leyla başını kaldırıp kınayan gözlerle ona baktı. “Şoförünüz bayıldı, ne kadar ilgisizsiniz?”

Dudağımı sertçe ısırarak Hazer’in gözlerine baktığımda, sabrını korumakta zorluk çektiğini gördüm. “Bir de ben suçlu oldum ya!”

Leyla dönüp tekrar Kerem’i sarsmaya başladığında, ellerimi yüzüme örterek muhtemelen komik görünen suratımı sakladım. Leyla bir sedye istediğinde, Kerem durumun ciddiyetini farkına vardı. Gözlerini kırpıştırarak ayılıyor numarası yaptı. Leyla onun ayılmakta olduğunu görerek gülümserken Kerem etrafına saf saf bakıyordu.

“Ne oldu bana?”

Hazer tısladı. “Yok artık!”

Başımı iki yana sallayarak bu komik duruma gülümserken, Leyla’nın Kerem’e bir şeyler söylemesini izledim. Kerem nasıl ve neden bayıldığını hatırlamadığını söylediğinde, Leyla ona bir su verebileceğini söyledi ve Kerem bunun karşılığında ”Ben de size bir kahve ısmarlayayım,” dedi. Leyla bu duruma hafifçe tebessüm etti ama onu reddetti. O an Kerem’in gerçekten bayılmasından şüphe ettim fakat o yalnızca Leyla ayağımı muayene ederken hayran hayran onu izledi.

Leyla ayağımın gayet iyi olduğunu söylediğinde daha fazla oyalanmayarak hastaneden ayrıldık. Ayrılmadan önce Leyla bana sahaftan kaçta çıktığımı, istersem beraber bir şeyler içmeyi istediğini söylemişti. Sanırım bu akşam sahaftan sonra onunla bir şeyler içecektim. Arabaya yerleştiğimizde yol boyunca Hazer Kerem’e söylenip durdu ve Kerem sadece Leyla’nın onu reddettiğinden bahsedip şansını tekrar deneyeceğini söyledi. Ona şans, Leyla’ya sabır diledim.

Araba, benim isteğim üzerine dans kursunun önünde durduğunda Kerem nihayet konuşmaya, Hazer de ona söylenmeye son verdi. Atkıma sıkıca sarındım ve bir vedanın şart olduğunu bildiğimden dönüp Han’a baktım. Çenem ve dudaklarım atkının içinde kalmış, ellerim ceplerime gizlenmiş, yanaklarım muhtemelen kızarmıştı. Başını arkaya yaslamıştı ve yanağı deri koltukla temas ediyordu. Hazer ilerleyen saniyeler boyunca gözlerime baktıktan biraz sonra kendine gelmeye çalışıyormuş gibi başını iki yana salladı. Bakışlarımı uzaklaştırdım ve kapıyı açarak kendimi dışarıya attım. Ayaklarım üzerinde dikildiğimde, kapıyı örtmek için ona doğru döndüm ve el salladım.

“Hoşça kal.”

“Kaldım bile.”

Hazer, ben içeriye girene kadar gitmeyecekti, çünkü geçen sefer böyle olmuştu. Bu sebepten oyalanmadım koşarak kurs binasına girdim. Asansörü es geçerek merdivenlere yöneldim, üst kata kadar hiç duraksamadan koştum.

Salona vardığımda kapıyı kapattım. Sahnenin arkasına geçerek kıyafetlerimi çıkardım. Fazlalıkları çıkarıp dans kıyafetimle kaldığımda sahnenin ortasına yürüdüm ve özlemle etrafıma baktım. Sonunda buradaydım. Hayatımda kendimi daha canlı hissettiğim hiçbir yer olmamıştı. Bu sahneye çıktığımda, insanların hayranlıkla beni izleyip alkış tuttuğunu düşündükçe içimi içimde tutamıyordum. Tanrı benim için bitmeyen bir müzik açmış, bedenimi dansa kaldırmıştı. Bir gün dans etmeyi bırakacağıma ölmeyi yeğlerdim.

Çünkü dans, suyun üstünde batmadan durmamı sağlayan tek şeydi.

Onu kaybedersem suyun içine batardım.

Gülümsedim ve kendi etrafımda coşkuyla dönerken, kapının açıldığını duydum. Gelenin kim olduğunu biliyordum, Gazel’di. Sabah ondan benim için birkaç tane şık elbise getirmesini rica etmiştim ve o bunu mutlulukla karşılamıştı. Ona dans kursunda buluşalım demiştim, beni fazla bekletmeden gelmişti. Üzerinde yakaları örtülmüş paltosu, kırmızı beresi vardı ve siyah pantolonunu yüksek taban botlarıyla tamamlamıştı. Elindeki çantaları seyirci koltuklarından birine bırakırken, “Bana ne olduğunu hemen anlat,” dedi heyecan içinde. “Benden böyle elbiseler istedin ama neden olduğunu söylemedin.”

Düşüncesinin beni endişeyle boğduğu gerçeği onunla paylaştım. “Hazer’le bir baloya gideceğiz.”

Ellerini şaşkınlıkla açılan ağzının üstüne örterken gözlerinin içi gülmeye başladı. “Seni baloya mı davet etti!”

Kızarık yanaklarımı saçlarımla saklamaya çalıştım. “Si.”

Neşeli bir kahkaha savurdu. “Daha da ilginci sen bunu kabul ettin?”

“Edesim geldi.”

Bu onu mutlu etmişti. “Boşuna yakıştırmıyordum sizi.”

Por favor no empieces.”

“Aksini iddia edemezsin, bu resmen randevu gibi bir şey.” Benim inkârlarımı hiçe saydı ve koltuğa bıraktığı çantaların yanına yaklaştı. Bir tanesinin içinden bir elbise çıkararak bana doğru döndüğünde, gece mavisi elbise ellerinin ucunda aşağıya doğru süzüldü ve zarafetle önümde boy gösterdi. “Sen çok güzelsin, sana layık bir elbise olmasa da bence oldukça şık. Birkaç tane daha var, aralarından en beğendiğini seç. Of, Safir deli miyim neyim, ben senden daha çok heyecanlandım.”

Boyu dizimin biraz altına inen, parıltılı ve ince askılı bir kıyafetti. Baloya tamamen uygundu. Hiç böyle elbiselerim olmamıştı, içine yakışır mıydım acaba?

“Bak, bu da var.”

Çantadan sarı renkli bir elbise de çıkardı. Bu da askılıydı ve üstü saten, altı dupduru bir kumaştı.

“Çok güzel,” dedim hayranlıkla.

Kıkırdadı. “Si si.”

Tabanlarıma bastım. Ellerimi iki yanımda serbest bırakırken, Gazel’in sırasıyla gösterdiği elbiseleri izledim. Benim için beş tane elbise getirmişti ve hepsi çok güzel olduğu için karar vermekte zorlanmıştım. Gazel son elbiseyi de gösterdikten sonra koltuğa bıraktı ve şirin bir tebessümle beni süzdü.

“Kızıyorsun ama hiç düşündün mü bu adam neden baloya seni çağırdı?” Hevesle konuşuyordu. “İstese bir başka kadınla gidemez miydi? Giderdi Safir. Öyle gösterişli erkeklerin etrafında sürekli kadınlar olur. Herhangi başka birini davet edebilirdi ama senİ..."

“Bana böyle şeyler söyleme... Hep etrafında bir sürü kadınlar olur ne demek?”

“Şöyle ki,” diyerek derin bir iç çekti. “Galip sebebiyle böyle ortamlara çok kez girdim. Hazer, Galip ve benzerindeki erkeklerin çevresinde şık, zengin, güzel kadınlar olur. Tanışırlar, sohbet ederler...” Gözlerini kaçırdı. “İsterlerse geceyi beraber geçirir...”

“Anladım,” dedim düz bir sesle. Gerisini duymak istemiyordum. “Sen... Elbiselerin hepsini bıraksan olur mu? Ben içlerinden bir tane seçeyim, şimdi karar veremedim.”

“Tabii ki canımın köşesi.”

Bana öpücük atarak elbiseleri tekrardan çantanın içine yerleştirmeye başladığında, kaşlarımı çatarak sahnede biraz geriledim ve kaldığım yerden dans etmeye devam ettim. Bana böyle şeyler söylemesi hiç hoşuma gitmemişti. Ben bu hayata çok çok yabancıydım. Gerilmiştim, saçlarımı bileğimdeki lastikle bağladım ve kendi etrafımda dönüşler yaptım. Hazer ve Galip gibi adamlar demişti ama Hazer Galip’le aynı kefeye koyulamazdı.

O başkaydı...

Gazel bana o baloda, Hazer’le yan yana çok güzel görüneceğimizi söyleyerek sık sık gülümsedi. O bunu söyleyince kendimi o elbiselerden birinin içinde, Han’ın yanında hayal ettim ve kendi içinde çoktan ölen birinin nasıl olup da kanatlarıyla beraber yükseklere uçuştuğunu anlamaya çalıştım.

 

İçinde canavar besleyen birinin korkması gereken en büyük düşman, beslediği o  canavardır. Çünkü o canavar aç kaldığında, saldıracağı ilk kişi içinde olduğu insanın ta kendisi olur.

İşte kötülere kaybettiren ve kazandıran hep içlerindeki canavardır.

Etrafımı kontrol ederek yürümeye başladım. Leyla ile buluşmamızda elime aldığım sıcak çikolatam yürürken bitti, bardağını yanından geçtiğim çöp konteynerine attım. Issız sokak boyu karşıma kötü birinin çıkmaması için dua ettim.

Neyse ki, Hazer Han’ın oturduğu sokağa girene kadar kötü hiçbir şey olmadı. Bugün dans dersi bittikten sonra neden bilmiyorum ama ona sahafa gideceğimi söylemiştim ve o da bileğime dikkat etmem gerektiğinden bahsetmişti. Çıkış saatimi bilip bilmediğini bilmiyordum ama beni hiç aramamış ya da mesaj atmamıştı. Aramasını veya mesaj atmasını beklediğimden değil ama...

Nihayet evin kapısına vardığımda arabanın garajda olduğunu gördüm. Böylelikle Hazer’in evde olduğuna emin oldum. Ağır siyah kapıyı açarak bahçeden içeriye girdiğimde Kerem’in tam evin kapısı önünde kapıyı anahtarla açmakta olduğunu gördüm. Sesi duyunca kafasını kaldırıp bana baktı ve akşam karanlığını gülümsemesiyle dağıttı. “Hoş geldiniz Safir Hanım.”

“Bana Safir diyebilirsin,” dedim içtenlikle. “Hanım demene gerek yok.”

“Şimdi sadece Safir demek kulağa tuhaf geliyor, bence Safir Hanım demeye devam edeyim.”

“Ama bu beni rahatsız ediyor.”

“Niye ya?” dedi ve kapıyı açtığında anahtarı delikten çıkarıp cebine attı. “Hazer Bey bana Kerem Bey dese aşırı hoşuma gider.”

Gülümsedim. “Öyle mi Kerem Bey?”

Kıkırdadı. Ben içeriye girerken, arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Neden girmemişti? Oysa bahçeye girdiğimde kapıyı açıyordu. İç çektim ve içeriye girdiğimde kapıyı arkamdan sessizce örttüm. Bu eve böyle rahat girebilmek inanılmaz geliyordu. Kapının önünde duraksayarak üzerimdeki fazlalıkları çıkardım ve elimdeki torbaları kucağıma koyarak heyecanlı adımlarla içeri yürüdüm. Salona çıktığımda etrafta Hazer’i göremedim, mutfakta da yoktu. Fakat aynı evin içinde olduğumuzu bilmek bile kalbimi kasmış ve midemi kilitlemişti sanki. Torbaları kaldığım odaya götürmek için merdivenleri tırmandım. Üst kata çıktığımda, beynimin değil de benliğimin istediğini yaparak gözlerimi merak içinde onun odasının kapısına çevirdim.

Geldiğimi haber vermeli miydim? Sonuçta onun eviydi.

Torbaları göğsüme bastırarak omuzlarımı dikleştirdim ve göğsümde büyüyen duygunun patlayıp beni öldürmemesini dilerken, koridorun ucuna yürümeye başladım. Koridor ışıksızdı ve ışığı nasıl yakacağımı bilmediğim için bu karanlığa katlanıyordum. Hem Hazer bu karanlığı katlanılabilir yapıyordu zaten. Ben daha odaya varmadan Hazer karanlığın içinde süzüldü. Odasının kapısından dışarı çıktığında, onun yüzünü her gördüğümde olan şey oldu. Ateşin bile utanacağı kadar büyük bir susuzluk içinde heba oldum.

“Hazer,” dedim ama ismini söylemek o kadar zor gelmişti ki, sanki adına işkence etmişim gibi hissettim. “Hola.”

“Merhaba demek miydi bu?” Biraz daha öne çıktığında odasından vuran zayıf ışık yüzünü seçmem için bana yardımcı oldu. “Hello’ya benziyor çünkü?”

Aramızda tam bir adım kaldı. Arasında tam bir adım kalan insanlar böyle mi hissederdi? “İspanyolca öğreniyorsun,” diyerek onu hafifçe iğneledim.

Gözlerini yüzümün aşağısında oyaladıktan biraz sonra tekrar gözlerime çıktı. “Belki biliyorumdur.”

Dalga geçiyor olmalıydı. Gözlerimi kocaman açıp, “Biliyor olamazsın,” dedim telaş içinde. “Geçen sana çokbilmiş dedim, anlamış olsaydın sakin kalamazdın bence. Hem ondan önce yakış...”

Sussam iyi olacaktı. Anlaşılan yem atmıştı ve ben oltayı kapmak üzereydim. Harelerinin irkilerek büyüdüğünü görmek, canlı canlı izlemek beni ürpertti.

“Ne diyordun öyle? Devam etsene.”

Kafamı iki yana sallarken, “Çokbilmiş,” dedim ve bunu tekrarladım. “Çokbilmiş dedim. Yalnızca bunu dedim.”

Bir adım geriledim ve Hazer Han mesafe açmama izin vermeden bana doğru bir adım daha attı. Ağzımdan kaçırdığım kelimeyi duymuştu ve maalesef ki bunu tahmin edebilirdi. “Ben başka bir şey duydum ama sanki?”

Kaçamak şekilde koyulaşmış gözlerinin içine bakarken, “Ihıh,” dedim hızlıca. “Demedim.”

Hazer Han’ın dudağının sol tarafı kıvrıldı.

Bu o kadar küçük bir âna sığan o kadar güzel bir gülümsemeydi ki kaybolup giderken gerisinde biraz bile iz bırakmıştı.

Anlamış mıydı? Tanrım, lütfen anlamamış olsundu! Yanaklarım ısındı ve onun irisleri, kendi içinde çatırdamaya başlayan bir ağaç gibi gürültülü sesler çıkardı. Hımm gibi bir mırıltı çıkardıktan sonra, “Kucağındaki ne?” dedi ve o an konu dağıldığı için rahatladım. “İçinde ne var o çantanın?”

“Gazel’den baloya giderken giymek için bana bir kıyafet getirmesini istemiştim. O ve birkaç şey daha,” diye açıkladım, nefesim kesik kesik çıkarken.

“Yaaa,” dedi Hazer Han ve gözlerini çantadan yüzüme doğru kaldırırken. “Görebilir miyim?”

Alt dudağımı ısırırken karanlığın gerisine doğru yavaşça kayarak ondan uzaklaştım. “Baloya kadar göremezsin.”

“Yarını…” dedi Hazer üstüme gelmekten vazgeçerek. Ondan uzaklaştıkça yüzümün karanlıkta kaybolduğunu hissettim. Ruhumu dansa kaldıran o ilahi şarkıyı onun da duyduğunu düşündüm. “…Sabırsızlıkla bekliyorum.”

Arkamı döndüm ve kaldığım odaya giderken, bakışlarının tüylerimi diken diken etmesine karşı koyamadım. Kapıyı açarak kendimi içeriye attım ve kapıyı kapatmadan önce, “Işığı yak,” dediğini duydum. “Korkma.”

Kapıyı ardımdan kapattım ve birkaç adım atarak yatağa ulaştım. Vakit kaybetmeden abajuru yaktım ve kendimi yatağın üstüne bırakarak elimdekilerin ağırlığından kurtuldum. Saten çarşafın üzerine uzanarak bir elimi hızlı ritimde atan kalbimin üstüne koydum ve bir diğer elimi pencereye uzatarak yıldızlara dokundum. Mesafeler milyarlarca ışık yılı uzakta olabilirlerdi ama hissetmeyi bilen bir kalp için hiçbir mesafe çok uzak değildi.

Seni yaşatmasına izin verdiğin şeye, aynı zamanda seni öldürmesi için de izin vermişsindir.

Çünkü seni yaşatacak kuvvetteki şey ellerinden kayıp seni terk ettiğinde, bir hiç olacaksın.

Bu yüzden hayatımı sadece kendi omuzlarıma almış, kendimi yaşatma ve öldürme gücünü kimseye vermemiştim. Yalnızlığı öğrenmiştim ve kalabalıktan kaçmaya başlamıştım. Kalabalıktan ürken, gürültülerden korkan o kız şimdi hazırlanmış bir baloya gidiyordu ve benliğim hâlâ bunu kabul edememişti. Omuzlarımı zarafetle dikleştirdim ve aynaya düşen aksime baktım.

Baloya gitmek için tamamen hazırdım.

Kırık beyaz renkli bir elbise giymiştim. Boyu, dizlerimin üç parmak kadar üzerinde bitiyordu ve zaten uzun olan bacaklarımın büyük kısmını açıkta bırakıyordu. Eteğinin kumaşı tüldü ve hafifçe kabarık duruyordu. Elbisenin üstü biraz abartılı ama oldukça şıktı. Belimi kuvvetlice saran bir kumaşı vardı ve gerdanımı transparan bir tülle örtmüştü. Kollarımı, bacaklarımı ve hatta omuz başlarımı açıkta bırakmış olmasına rağmen kendimi içinde oldukça zarif ve narin hissediyordum.

Gazel’in verdiği tel tokalar yardımıyla saçlarımı ensemde sıkı bir topuz yapmış, gri gözlerimi yoğun bir göz makyajıyla belirginleştirmiştim. Yüzümü Gazel’in mutlaka sürmemi söylediği şeylerden biri olan aydınlatıcıyla parlatmıştım. Bunların dışında bir de ruj sürmüştüm ve kendimi ilk kez bu kadar çok makyajlı görmenin şaşkınlığını yaşıyordum. Dudaklarımı birbirine bastırarak hafifçe taşan kırmızı ruju düzelttim ve ayakkabılarımın üzerinde geriye doğru birkaç adım attım. Gümüş rengi, ince, alçak topuklu ayakkabılarla zorlanmadan yürümeyi diliyordum. Gazel çantanın içine benim için iki tane çanta bırakmıştı ve ben siyah renkli olanı almış, şimdi terleyen avucumun içinde sıkıyordum.

Akşam yediydi ve Hazer az önce aşağıya inerken kapıma vurmuş, ”Seni bekliyorum,” demişti. Evin içinde çıt çıkmıyordu. Kapıyı açarak dışarı süzüldüm ve uzun koridoru izledim. Merdivenlere yürürken bacaklarımın bütün vücudumla beraber buz kestiğini hissettim. Korkuluklara tutunarak basamakları yavaşça indim ve salon bakış açıma girdiğinde, Hazer Han’ı aradım. Camın önünde, elleri ceplerinde duruyordu. Sırtından görebildiğim kadarıyla simsiyah bir takım giyinmişti. Bir basamak daha indiğim an Hazer’in omuzları kasıldı ve başı omzunun üzerinden bana döndü.

Gözleri öncelikle suratımı buldu. Gözleri şaşkınlıkla büyürken, bakışları yavaşça yüzümden aşağıya kaydı. Omuzlarımdan aşağısını yavaşça ve vakit harcayarak izlerken, elimdeki çantayı avuç içimde biraz daha sıkarak basamakları inmeye devam ettim. Kalbimden bir pencere açılmış ve sanki içeriye rüzgâr girmişçesine üşümüş hissediyordum. Son basamağa doğru inerken, Hazer Han bacaklarımdan aşağısını uzunca izledi ve hemen sonra tekrardan gözlerime çıktı. Yüzünde somut bir dehşet vardı ve nefes bile almıyordu. Sanki ne yaptığını bilmeden bana doğru birkaç adım attı. Merdivenin ilk basamağı önünde durduğunda, “Merhaba,” diye fısıldadım ve titreyen bacaklarım üzerinde durabilmek için Tanrı’ya yalvardım. “Ben hazırım.”

Dudakları tek bir çizgi halinde gerildi. “Görüyorum.”

Aramızda bir basamak mesafesi vardı ve Hazer gözlerini bana dikmiş, hareketsizce bakıyordu. Bakışlarım istemsizce vücudunu saran ceketine kaydı. O hep böyle, eksiksiz ve şık görünüyordu. “Sen de hazırsın.”

“Böyle olmaman gerekiyordu,” dedi ansızın. Sesi boğuk ve kalındı. Sanki ne demesi ne yapması gerektiğini bilemediği bir telaşın içinde görünüyordu. “Böyle olacağını düşünmemiştim. Tamam, aslında düşünmüştüm ama bu kadar değil. Yani...”

“Nasıl görünüyorum ki?” diye sordum.

“Bir tuhaf. Kimsenin görünmediği gibi...” Hazer Han elini korkuluğa dayayarak sustu ve sert bir yutkunuşun sonrasında basamağa çıkmak için ayağını kaldırdı. Fakat hiçbir şey olması gerektiği gibi olmadı. Merdivene değil de tamamen bana baktığı için ayağı boşluğa geldi ve bir saniye sonra gürültüyle merdiven basamağına düştü. “Hazer!”

Tiz bir çığlık koyverdim. Hazer homurdanarak elleri üzerinde doğrulurken, aşağıya inerek dizlerimin üzerinde eğildim. Canının acıyıp acımadığı endişesine kapılarak vücudunda herhangi bir hasar ararken, Han belini ovuşturarak doğruldu ve bir üst basamağa oturarak homurdandı. “Senin yüzünden oldu!”

“Ne?” diye bir çığlık daha attım elimde olmadan. Düştüğü için beni mi suçluyordu? “Sen basamağa bakmadığın için oldu!”

“Senin yüzünden bakamadım!”

Gözlerimi kırpıştırdım. Onun bir eliyle belini ovuşturduğunu görürken, “Benim yüzümden olduğunu düşünmüyorum,” dedim, yine de kendimi kötü hissetmiştim. “Ama eğer öyleyse özür dilerim.”

“Öyle gibi ama değil gibi de.” Hazer yanaklarını şişirerek gözlerini açtı ve oradaki soğumuş ateşin tekrardan ısınmaya başladığını gördüm. Bir elini basamağa dayayarak vücudunu kaldırdı. Ayağa kalktığında benim vücudum da ona göre konumlanmış gibi doğruldu.

“Özür dileme. Basbayağı benim hatamdı işte.” Eliyle kırışan ceketini çekiştirirken benden olabildiğince uzaklaştı ve basamağı indi. “Ben o an ne dediğimi bilemedim. Her neyse, hadi gidelim.”

Hazer Han önüne döndü ve çıkışa doğru ilerlemeye başladığında ellerimle elbisemin eteklerini düzelterek onu takip ettim. Hazer holü yürüyerek dış kapıya vardı. Kapıyı açtıktan sonra omzunun üzerinden bana döndü. Esrarlı görünen gözleri omuzlarımda oyalandığında, tenimden aşağıya buz iniyormuş gibi hissettim. “Üstüne bir şey almayacak mısın? Hava çok soğuk.”

“Paltomu alacağım.” İçimdeki heyecan öyle coşkuluydu ki derimi bir arada tutan dikişleri patlatıyordu sanki. “Portmantoda.”

“Portmantoda...”

Beni tekrarlayarak kapıdan  fırladığında paltomu aldım ve kapıyı örterek peşine düştüm. Kerem bahçedeydi, bizi gördüğünde koştu ve yanıma gelirken abartılı bir şekilde ıslık çaldı.

“Aman Allah’ım! Yıldızlardan biri dünyaya inmiş!”

Yanaklarım ısındı. Ona teşekkür ederken kapıyı kilitlemek için kapıya doğru yürümesini izledim. Kapıyı kilitledikten az sonra peşimden geldi. Önüme döndüğümde Hazer’in araba kapısını açarak içeriye bindiğini gördüm ve onun gibi arka koltuğa yerleşerek kapımı örttüm. Kerem şoför koltuğuna yerleşti ve dikiz aynasından bize baktı.

“Hazer Bey gergin görünüyorsunuz, hayırdır?”

“Sana ne oğlum?”

Kerem Hazer’i daha çok sinirlendiğinin farkındalığıyla sırıtarak önüne döndüğünde, Hazer ağzının içinde cık cıkladı. Kerem’e gülümseyerek başımı cama yasladım ve yola baktım. Kerem caddeye çıkıp ilçeden ayrılırken, elimdeki paltoyu üşüyen bacaklarıma doğru örttüm. Hazer Han o an konuştu. “Isıtıcıyı biraz daha aç.”

“Derhal.”

Ellerimi kucağımın üstüne koyarken, omzumun üzerinden ona baktım. Az önce açtığı camı şimdi kapatıyordu. Aramızda bir insanın oturabileceği kadar mesafe olmasına rağmen vücudunun sıcaklığını hissediyor olmak tamamen akıl dışıydı. Elinin birini çenesine dayamıştı. Kararmış gökyüzüne doğru bakıyordu. “Hazer,” diye alçakla adını fısıldadığımda, gözle görülür bir şekilde yutkunduğu fark ettim ama buna rağmen bana dönmedi. “Neden baloya beni davet ettin?”

O akşamdan beri bunu sormayı istemiş fakat bir türlü cesaret edememiştim. Şimdiyse kendimi bu kıyafetin içinde bulmuşken ona bir kez daha bu soruyu sormak istemiştim. Farkında mıydı bilmiyorum ama Hazer Kül Kedisi’ni bir Sindirella’ya çevirmişti. Gece yarısına kadar.

Gözleri ısrarlı bakışlarım karşısında savaşmayı bıraktı ve omzunun üzerinden bana döndü. Onun gürültüyü gözleriyle yaptığını söylemiştim.

“Bilmiyorum Safir, sahiden bilmiyorum.”

Cevabı buysa ne diyebilirdim ki? Gerçekten hiçbir şey diyemezdim. Sessiz kalarak yüzümü tekrar cama çevirdim ve uzaklardaki bulutları izledim. Yolun kalan kısmında ikimiz de ara ara dönüp kaçamak şekilde birbirimize bakmaktan ve bir türlü sakinleşmeyen nefesler almaktan başka şey yapmadık.

Siyah araba sokağın sonunda yavaşladı. Kerem arabayı park edecek müsait bir yer bulana kadar birkaç tur attı. Geldiğimizi anladığımda midem heyecanla çalkalandı ve araba tamamen durduğunda sokağın bir kısmını kaplayan araba ve insan kalabalığını görerek gerildim. Önce Kerem indi ve ceketinin önünü düzeltirken, arka kapıyı açtı. Hazer arabadan inmeden önce dönüp bana baktı ve muhtemelen rengimin atmış olduğunu fark ederek nazikçe “Gürültü sevmiyorum demiştin, kalabalık da mı sevmiyorsun?”

Evet, öyleydi ama ben bunu cevaplamak yerine ona hiç ummadığı bir şey sordum. “İnsanlarla tanışmak, onlarla... El sıkışmak zorunda mıyım?”

Gözleri şüpheci şekilde kısılırken, “Değilsin,” dedi ama sesi oldukça düşünceli çıkıyordu. “İstemediğin kimseyle el sıkışmazsın.”

Rahatlayarak omuzlarımı serbest bıraktım. “Si.”

Daha fazla konuşup bir şeyleri açığa çıkartmaktan korktuğum için kapıyı açtım. Arabadan inerken Hazer’in düşünceli şekilde bana baktığına şüphem yoktu. Topuklu ayakkabılarımın üzerinde doğrulduğumda paltomu aceleyle vücuduma geçirdim ve soğuk havaya karşı kendimi korudum. Arabanın etrafını dolandım ve onun yanına vardığımda, etrafımızdaki insan kalabalığından öyle ürktüm ki, bir an Hazer’in ceketinin altına gireceğim sandım. Kerem bir adım önümüzden giderken, Hazer duraksadı ve yüzüme garip bir ifadeyle baktı. Durduğunda benim de adımlarım durmuştu. Elini önce ensesine attı, sonra yanına indirdi ve bana doğru eğilerek fısıldadı.

“Elimle belini kavrasam...” Eli yavaşça belime doğru uzandı. “Kalabalıkta kaybetmesem seni?”

Avucunun nasıl yakıcı olduğunu bilmeme rağmen kızarık yanaklarımla başımı salladım ve rahatlayarak uzun bir nefesi bırakmasını izledim. Gözleri daha kararlı ve koyu şekilde gözlerime asılı kalırken, kolu kabanımın üzerinden belimin etrafı boyunca dolandı, sol elinin içi bel boşluğuma yerleştiğinde beni yavaşça çekti ve sıcak vücuduna yumuşakça yasladı. İliklerime kadar ürpererek elimdeki çantayı sıkarken, yüzüne bakmaya çekindim ama Hazer’in göğsünün nasıl sertçe yükseldiğini gördüm. Parmaklarının dizilimini hissediyordum. Beni ne zayıf tutuyordu ne de sert. Belimi kavramıştı ama dokunuşu yumuşaktı.

Merdivenleri kalabalıkla beraber çıkıp giriş komitesinde beklerken, sıra bize geldi ve görevlilerden biri, “Hoş geldiniz Hazer Bey,” diyerek Hazer’i selamladı ve onun uzattığı davetiyeyi alarak geçmemiz için yol açtı. Hazer belime baskı uyguladığında onunla geçmek için hareketlendim ve o an aynı görevlinin, “Siz değil beyefendi,” dediğini duydum. Duraksadık ve görevlinin arkamızdaki Kerem’den bahsettiğini anladık. “Şoförleri içeriye alamıyoruz.”

Kerem özür diler gibi gülümsediğinde onun bu soğukta burada kalacağını düşündüm ve yüzüm acıyla buruştu. İçim cız etmişti sanki. Hazer Kerem daha bir şey demeden görevliye dönerek, “Bizimle geliyor,” dedi ve sesi o kadar sert çıktı ki, bu tarafıyla ilk defa yüzleştiğimi fark ettim. “Hadi Kerem.”

Görevli ısrarlı davrandı. “Hazer Bey babanızın kesin em...”

“Başlatma babama,” dedi adamın yüzüne doğru. “Kimin şoförünün nerede olduğu umurumda değil. Benim arkadaşım içeriye girecek.”

Görevli başını sallayarak ısrarına son verdi ve önüne dönerek kalabalıkla ilgilenmeye başladı. Kerem bizimle içeri girdi ve Hazer Han önüne dönerken, göz ucuyla Kerem’e baktım. Sırıtarak dudaklarını kıpırdattı. ”Beni seviyor işte.”

Gülümseyerek önüme döndüm ve belimi kavrayan eli daha baskın hissettiğimde neredeyse gözlerimi yumacak oldum. Başımı kaldırmaya çekinerek önüme eğdim. Birbirine ahenk şekilde attığımız adımlar sayesinde vücudu vücuduma yumuşakça sürtünüyor ve bir el sanki benim nefesimi yumruğunun içinde sıkıyordu.

Koridor bitimindeki girişten geçtiğimizde bizi daha büyük bir kalabalık karşıladı ve tek tesellim mekândaki ışıkların gücü oldu. Vestiyerde bir hanım üzerimdeki paltoyu almak istedi. Paltomu hanımefendiye verdiğimde elbisemin eteğini özenle düzelttim ve etrafa kaçamak bakışlar attım. Bu ortamda sırıtmıyor, dikkat çekmiyordum. Kerem bir adım kadar arkamızdan gelirken, Hazer elini tekrar belime yerleştirdi ve beni yakınlardaki bir masaya dönmem için yönlendirdi. Eli şimdi elbisenin ince kumaşında rahatlıkla hissediliyordu. Sanki... Doğrudan çıplak tenimi kavramıştı.

“Hazer, oğlum?”

Yakınımızda tanıdık bir ses duyulduğunda Hazer’le beraber kafamızı sol tarafa çevirdik. Kalabalığın içinde Bahar Hanım’ı seçtik. Gülümseyerek bize yürüyordu. Bahar Hanım yeşil, saten bir elbisenin içinde yanımıza vardı ve uzanıp Hazer’e sarıldı.

“Safir’i getirmeni isterken oldukça umutsuzdum ama getirdiğine göre demek senin de gönlün varmış.” Hazer annesinden bir hayli uzun olduğu için ona doğru eğilmiş, annesinin kendisine sarılmasına yardımcı olmuştu. Bir eli belimi kavramaya devam ederken diğer eliyle Bahar Hanım’ın belini tutmuştu. “Hoş geldin Safir.”

Ayrıldıklarında Bahar Hanım bana uzandı ve hiç ummadığım bir şey yaparak yanaklarımı avuçları içine alarak sıktı. “Pü pü pü maşallah,” dedi ve yanaklarımı serbest bırakarak benden uzaklaştı. “Muazzam görünüyorsun. Çok ortalıkta dolanma bak, birinin gözü değer falan Allah korusun.”

Bahar Hanım’a gülümsemeye çalışarak, “Teşekkür ederim,” dedim nazikçe. “Asıl siz çok hoş görünüyorsunuz.”

“Sevimli şey.”

Kızardım. Anne oğul beni epey utandırıyorlardı. Bahar Hanım Hazer’in koluna girip onu bir masaya doğru çekiştirirken, “Safir’i getirmene çok memnun oldum oğlum,” dedi ve hemen ardından ekledi. “Hazer, bugün bir sorun çıkmasını istemiyorum. Lütfen kim ne derse desin sakin kal ve bugünün tadını çıkar. Bunca insan senin, şirketimizin başarısını kutlamak için burada.”

Hazer Han üsten üsten etrafı süzdü. “Anne, bu ortamdaki kimsenin beni sevmediğini biliyorum.”

“Ben seviyorum.” Bahar Hanım ışıl ışıl gözlerle Hazer Han’a bakıyordu. “Hepsi içten içe senin başarını gördükçe kuduruyor ve işte bu yüzden seni sevmiyorlar.” Uzanıp Hazer’in yanağını kavradı. “Sakal tıraşı da olmuş benim oğluşum.”

Hazer yüzünü buruşturdu. “Ne oğluşu anne? Yirmi sekiz yaşında koca adamım.”

“Aa, bağırma anneye!” Bahar Hanım oğlunu sessizce azarladıktan sonra yumuşak yüzünü bana çevirdi. “Safir, canım sen kaç yaşındaydın?”

“Yirmi bir,” diyerek cevapladığımda düşünceli bir mırıltı çıkardı.

“Yedi yaş,” gibi bir şeyler mırıldandı.

Bahar Hanım bizi yuvarlak, geniş bir masaya götürdüğünde Hazer elini yavaşça belimden ayırdı ve o an tüm kaslarım gevşedi. Masadaki birkaç insan Hazer’i görür görmez kalkmış, geniş tebessümlerle onu selamlamışlardı. Bahar Hanım benim için bir şık sandalye çekti ve oturmam için teşvik etti. “Ayakta kalma canım, o topukluların üzerinde zor olmalı.”

Anlayışı karşısında gülümsedim ve sandalyeye oturarak çantamı kucağıma koydum. Bahar Hanım kulağıma doğru eğildi. “Bunlar Hazer’in yakın iş arkadaşları. Sarışın olan hanımefendi sekreteri ve diğer iki adam şirket CEO’su. Hazer onların dürüstlüğüne güvendiği için aynı masada oturmalarında bir sorun görmedim.”

Kafamı sallayarak anladığımı belirttiğimde omzumu sıvazlayarak yanımızdan uzaklaştı. Onun kalabalık içinde kaybolmasını izledikten sonra bakışlarımı etrafta gezdirdim. İlk kez böyle bir mekâna giriyordum. Büyük, oldukça geniş bir salondu. Sayısız insan, çokça gürültü vardı. Masalar yuvarlaktı ve şık giyimli insanlar masaların etrafındaki sandalyelere oturmuş, kahkahalar atıyor, bir şeyler içiyordu. Büyük mumlar, uzun şamdanlar, gösterişli mendiller vardı. Salonda duyulan keman sesinin nereden geldiğini anlamak için başımı biraz daha çevirdiğimde yüksekte duran sahnenin arkasında bir adamın keman çaldığını gördüm. İnsanlar pek dinlemese de  tüm o gürültülerin içinde cılız şekilde duyduğum o ses pahalı kahkahalardan daha çok okşamıştı ruhumu.

“Neye bakıyorsun öyle?”

Hazer’in sesini çok yakından duyduğumda ürperti sırtımdan aktı ve gözlerim vakit kaybetmeden onu buldu. Yanımdaki sandalyeyi çekip oturmuş, bir elini oturduğum sandalyenin arkasına atmıştı ve yukarıdan beni izliyordu.

“Etrafı izliyordum. Hiç böyle bir ortama girmemiştim, garip karşılıyorum tüm bu abartıyı.”

Gözlerimi ondan bir anlığına kaçırdığımda masada oturan diğer insanların kaçamak şekilde bize baktığını gördüm. Bahar Hanım’ın bahsettiği sarışın genç kadınla göz göze geldiğimizde mesafeli şekilde birbirimize tebessüm ettik. Tekrardan Hazer’e döndüğümde, “Benim ortamlarım hep böyle olur,” dedi ama sanki kendisi de bundan pek memnun değil gibiydi. “Rahatsız mı olursun sen?”

“Rahatsız olup olmamamın ne önemi var ki?” deyiverdim.

“Şimdi ben sana... Nasıl önemi yok derim ki?”

Neden onun amber gözlerine bakmak artık alışagelmiş bir eylem olmasına rağmen göğsüm her defasında farklı bir ahenk tutturuyordu? Kilitlenip kaldığımı gördüğünde bakışlarını yavaşça uzaklaştırdı ve uzanıp masanın beyaz, ipek örtüsü üzerinde duran bir içki kadehini tuttu. “İçmek istediğin bir şey var mı? Nedense alkol alacağını düşünmüyorum. Eğer başka bir şey...”

“Su,” dedim derin bir ihtiyaçla. “Su istiyorum.”

Hazer susuzluğumu daha da artıracak bir bakış attıktan sonra gözlerini masada dolaştırdı ve masanın diğer ucundaki kadehe uzandı. Kadehi biçimli parmakları arasında tutup bana uzattığında elinden aldım ve üç yudumda içtim. Rujun bardağın üzerine hafifçe bulaştığını gördüğümde elimi dudaklarıma götürerek ruju kenarlarından topladım. Kadehi bıraktığımda karşımda oturan adamlardan biriyle göz göze geldim ama o bana iyimser şekilde gülümserken ben bakışlarımı hızla kaçırdım. Başımı önüme eğerek eteğimi bacaklarıma doğru çekiştirdim. Hazer yanımda soludu.

“Seni rahatsız eden ne?”

Hazer halimi fark etmişti, çünkü hareketlerimle kendimi ele veriyordum. Kirpiklerimin altından soluk tenli yüzüne baktım. “Neden insanlar sürekli sana bakıyor?”

Bu soru dudaklarımdan döküldüğü an, sanki onun gözlerindeki o ışıltının üzerine bir toprak vurmuş ve gözlerini karanlığa gömmüştüm. “Ünlüyüm, ondan.”

Ciddi bir cevap mı vermişti yoksa dalga mı geçmişti anlyamadım.

“Çok ünlü bir iş adamı mısın?” diye sordum tamamen saf duygularımla. Hazer kadehini ağzına kaldırdı ve içindeki kehribar sıvıdan uzun bir yudum aldı. “Hayır Safir, sandığının aksine kötü bir ünüm var.”

O gözleri görmüştüm, hiç de kötü değillerdi. İnsanlar onun kötü olduğunu mu düşünüyordu? Ne yaşanmıştı? Sormamak için dilimi ısırırken, Hazer’in karşımızda oturan genç adamlardan biriyle konuştuğunu gördüm ve bakışlarımı etrafta gezdirdim.

O sırada birisini gördüm.

Yaşlı bir adamı.

O gözler bana, dibi görünmeyen bir yüzeyden bakar gibi oldukça soğuk bir şekilde bakıyor ve sanki yüreğimi avucunun içinde hırpalıyordu. Adamın dudaklarında kibirli bir gülümseme vardı. Ayaktaydı, yanında birkaç takım elbiseli adam vardı ve o beni izlerken yüzünü buruşturmuştu. Yanında bulunan bir adam onun omzunu sıvazladığında irkildi ve bakışlarını benden uzaklaştırdı. Önüme döndüm ve ürpertiyle Hazer’in ceketinin uçlarına tutunarak kaçamak şekilde oraya baktım. Şükür, bana bakmıyordu.

“Ne korkunç adam ama.”

“Babam.”

Baban mı? Elimi ağzıma kapattım. “O senin... Hazer ben çok özür dilerim. Sadece bakışları biraz beni ürpertti. Yanlış anlama beni, çok utanmış hissettim kendimi. Muhtemelen öyle birisi değil...”

“Emin ol öyle birisi,” dedi ben henüz cümlemi bitirmeden. Gözleri uzaklaşmıştı ama yüzü bu kadar yakınımda olan biri benden ne kadar uzaklaşabilirdi ki? “Korkunç birisidir.”

Babası hakkında nasıl böyle diyebiliyordu? Ben babam hakkında hiç böyle şeyler düşünmemiştim. Ama sen düşünmesen de baban korkunç birisi, dedi iç sesim. Öyle olmasa, sana bıraktığı tek miras korkunç kâbuslar olur muydu?

Boğazımda güçlü bir yumruyla önüme döndüğümde kırmızı elbisesi içindeki esmer bir hanımefendinin sahneye çıktığını gördüm ve aynı zamanda müzik sesinin sustuğunu fark ettim. Kadın mikrofona birkaç kez vurarak gülümsedi ve konukları tebessümle karşıladı. Tüm salon bu ânın seyircisiydi. Kadın şirket adına bir teşekkür ve gurur konuşması yaparken herkes saygıyla, sessizce dinledi. Şirketin son yıllardaki gelişiminden bahsettiği sırada yüzünü Hazer’e çevirerek ona teşekkür etti. Böylelikle salonun tamamı bize döndü. Kaskatı kesilerek Hazer’in ceketinin ucunu daha da sıkarken, onu alkışlamalarını izledim. Hazer Han bir kadeh kaldırıp onları başıyla geçiştirdiğinde kadın konuşmasına devam etti. Az sonra sahneden indi ve adam kemanı kaldığı yerden, daha melankolik ve yumuşak tınılarla çalmaya devam etti. İnsanların eşlerini veya arkadaşlarını dansa davet etmelerini izledim. Bacaklarım masanın altında kıpırdamaya, ayaklarım kendiliğinden dönmeye başlamıştı. Müziğin sesini ne zaman duysam ruhum beni dansa kaldırıyordu.

Hazer’in yanımda derin bir nefes aldığını duyarak ona doğru döndüm ve kravatını hafifçe gevşettiğini gördüm. Gözlerini alnımdan başlayarak yüzümün her yerinde dolaştırdıktan sonra sahneye çevirerek dans edenlere baktı. Kravatını biraz daha gevşeterek ofladı. Tereddüde düşmüş birine benziyordu. Bir yudum alkol aldıktan sonra tekrar dans edenlere baktı ve daha kararlı bir şekilde bana döndü. Sonra omuzlarını düşürerek yeinden önüne çevirdi yüzünü. Ceketinin ucunu hafifçe çektiğimde dikkatini dağıttım ve bana bakmasını sağladım.

“Bir sorun mu var? Çok gergin görünüyorsun?”

Bir an onun yanında durduğum için titreyen omuzlarıma baktı ve sonrasında kaşlarını çattı. “Aslında evet ama... Reddedilmek istemiyorum.”

“Ne için?”

“Safir...” Hazer vücudunun büyük kısmıyla bana doğru döndü ve omzumun üzerinden dans edenlere baktıktan hemen sonra omuzlarını kararlı bir şekilde dikleştirdi. “Aslında sen ben, yani biz şey mi yap...”

“Hazer Bey, bakar mısınız?”

Bir gölge üstümüze düştüğünde irkilip bakışlarımızı kaçırdık. Hazer elini sertçe masaya koyarken dilini dişleri arasında döndürerek son derece acımasız duran gözlerini kendisine doğru eğilmiş olan adama çevirdi. “Ne var!”

Adam Hazer’in ses tonundan ürpererek daha alçak bir sesle konuştu. “Babanız... terasta. Sizi görmek istedi.”

Hazer’in yüzü kıpırtısız kaldı. Adamı başını sallayarak onayladı. Adam kalabalığın içinde uzaklaştığında, kravatını bir çırpıda çıkararak avuç içine aldı. Parmaklarını kadehinin etrafına doladı ve ağzına kaldırarak hepsini içtikten sonra kurşun hızında bana döndü. Gözleri vücuduma bir ateş topu yuvarlamıştı sanki.

“Buradan kalkma,” dediğinde sesi yüzünden daha yumuşaktı. “Ve az önce bir şey diyordum ya, kaldığım yeri unutma tamam mı?” Uzandı, elimi yavaşça elimin üstüne koyarak parmaklarımı ceketinin ucundan ayırdı. Dokunuşu öyle yumuşaktı ki, onu hissetmekten başka şey yapamadım. “Unutma çünkü... Geldiğimde devam edeceğim.”

Hazer’in kravatını avucumun içine bıraktıktan sonra uzaklaşmasını izlerken, içimdeki güçlü bir duygunun yumruklarını göğsüme indirdiğini hissettim. Ceketini düzeltti ve kalabalık arasına karışıp onu izleyen gözler arasında güçlü bir şekilde yürüdü. İşte şimdi, ruhumun tutsak kaldığı ve kimsenin giremediği o evde, yüzü belirsiz bir adamın silueti vardı.

Önüme döndüm. Onun siyah, ipek kravatını nazikçe avuç içime hapsettim. Burada yalnız kalmak istemiyordum ama elbet arada sıra kalkması gerekecekti. Kafamı kaldırdım ve Bahar Hanım’a denk geldiğimde, onun omzumun üzerinden arkaya, huzursuzca baktığını gördüm. Hazer ve babasının buluşmasını izliyor olmalıydı.

Dakikalar sonrasında tüm bu bakışlara daha fazla katlanamayarak sandalyemi çektim ve doğrularak çantamı masanın üzerinden aldım. Bir diğer elimde de kravatı tutarak gözlerimi etrafta gezdirdiğimde, dışarıya açılan kapıyı gördüm. Hazer Han varken bu kadar gergin değildim. Belki tek başıma terasa çıkıp konuşmasının bitmesini bekleyebilirdim. Oraya doğru yürürken gözlerim tanıdık bir çift gözle çarpıştı ve kanım adeta damarımın içinde demir gibi sertleşti. Nazım Bey, kadehini kaldırarak bana bir selam gönderdiğinde bakışlarımı kaçırıp ilerlemeye devam ettim.

Terasa gelene kadar onlarca insanın bakışlarına maruz kaldım. Terasın kapısı önünde bir an durarak camlardan baktım ama kimseyi göremedim. Gürültü ve kalabalık yığını epey arkada kalmıştı. Kapıyı açtım ve rüzgâr bacaklarımdan yukarıya çıkarken terasa girerek kapıyı arkamdan kapattım.

Gür, kaba bir sesin, “Hadi, şimdi git,” dediğini duyduğumda istemsizce sesi takip ettim. İlerideki kolonun ardında kalan siluetleri gördüm. Tahmin ettiğim gibi Hazer Han ve babasıydı. İrkilerek kendimi kolonun arkasına saklarken, “Zaten gideceğim,” diyerek babasına karşılık verdi Hazer, buz gibi sesle.

“Buraya gelmeye nasıl yüzün oluyor anlamıyorum!” diyordu adam, tiksinti dolu bir sesle. Bir baba nasıl oğluna karşı öfke ve kin dolu olabilirdi anlamıyordum. “Hiç mi utanmıyorsun sen?” Göğsümün üzerinde bir ateş hissettim.

“Midem bulanıyor suratını görünce.”

Bazı cümleler vardır ve bu bazı cümleler son cümlelerdir. Kurşunsuz, silahsız, ateş edilmeden ama silahtan, kurşundan daha doğru noktayı vurup öldüren cümlelerdir. Babası, Hazer’e sırt çevirdi ve bu sadece fiilen değildi. Beni görmeden karanlığın içinde asabiyetle ilerledi ve salona geçerken terasın kapısını sertçe kapattı. Beni iliklerime kadar buz kesen şey soğuk olmadı, duyduğum derin üzüntü oldu.

Dudaklarım titrediğinde başımı kederle kolona yasladım ve gözlerimi Hazer’e dokundurdum. İleri doğru sarsak birkaç adım attı. Kendini terasın korkuluklarına yasladığında yüzünü göremedim. Ayaz altında dal gibi titreyerek Hazer’in omuzlarına, hacimli sırtına bakmayı sürdürdüm. Ne hissetmişti acaba?

Kendimi belli etmeli miydim? Onları dinlediğim için kaba olduğumu düşünür müydü? Onun hissettiklerini hissetmeyi denediğimde burnumun ucu sızladı ve o anda, “Safir,” dedi Hazer. İrkilmeye zamanım kalmadan derinden gelen bir sesle tısladı. “Öyle bakıp daha fazla utandırma beni.”

Küçücük kaldım, o utandığını söylemişti ama utanılacak bir şey yaptığını görmemiştim. Bazen böyle olurdu. Birisi bizim üzerimizde bir günah işler ama utanan biz olurduk. “Lo siento,” diye fısıldadım. “Çok özür dilerim, sizi dinlememeliydim.”

“Lo siento da ne demek?”

Kollarımı kendime sararak ona doğru ilerledim ve karşısında, korkuluklara yaslanarak durduğumda, görmemem için yüzünü benden çevirdiğini fark ettim. Neden görmemi istemiyordu. Babası öyle dedi diye gerçekten öyle mi sanıyordu kendini? Öyle değildi, yemin ederim ki değildi. “Özür dilerim demekti,” diye açıkladığımda elleri, önünde durduğu korkuluğu daha çok sıktı. “Anladım.”

“Hazer...”

“Sen içeriye geç, ben birazdan gelirim.”

“Rica etsem bana bir bakar mısın?”

Sertçe yutkundu. “Bakmayayım.”

Ona doğru bir adım daha attım. “Baksan?”

Elleri pervazı daha sıkı sararken, “Bakayım o zaman,” dedi ve başını bana çevirdi. “Baktım.”

Evet bakmıştı ama kimse bana daha önce böyle bakmamıştı. Zaten ben de ondan başka kimsenin gözlerinde kendi aksimi görmemiştim. Başımı sola doğru eğdim. “Üzgünüm, baban gerçekten korkunç birisiymiş.”

“Boş ver, zaten sevmem.”

Babasını sevmediğini bu kadar kolay söyleyebilmesi çok ilginçti. Ben annemin acımasızlığına rağmen bile onu sevmiyorum diyemezdim. Hazer’le bizi birbirimizden ayıran sert noktalarımız vardı ve bu da onlardan biriydi. Ona bir adım daha attığımda ayak uçlarımız birbirine dokundu ve Hazer kafasını eğip topuklu ayakkabılarıma baktı. O an ona daha iyi hissettirmekten başka gayem olmadı ve eğilip fısır fısır konuştum.

“Yüzün hiç de mide bulandırıcı değil. Bazı insanlar nasıl bu kadar kaba olabiliyor bilmiyorum ama... İnsanın sana bakınca midesi mi bulanırmış?”

Başını yavaşça kaldırarak beni odağına aldığında, ummadığım bir şey oldu ve eli de aynı anda kalkarak bana uzandı. Soluğumu tutarak gözlerimi eline çevirdiğimde ne yaptığını yeni fark ediyormuş gibi irkildi ve indirerek arkasına sakladı. “Safir?”

Si?”

“Benim için bir şey yapsana?”

Nedense bu çok makul bir istek gibi geldi ve hızlıca başımı salladım. “Ne yapayım?”

“Gel.”

Eli bu gece üçüncü kez belime yerleşti ve beni yumuşakça kavrayarak yürümem için teşvik etti. Önüme döndüm ve o başımın üzerinden beni izlerken eteğimi düzelterek yürüdüm. Etek kabarık olduğu için yoğun rüzgâr altında uçuşuyordu. Terasa girdiğimizde yeterince cesur olamadım ve başımı öne eğdim. Nazım’ı bir kez daha gördüğümde, Hazer belimi daha sıkı kavradı ve vestiyere kadar hiç duraksamadan ilerledi. Vestiyerden paltomu alarak giyindiğimde Hazer paltomun yakasını düzeltti ve bu bana çok tatlı geldi. Alt dudağımı ısırdım ve Hazer Kerem’e bir el işareti yaparken kapıdan dışarıya çıktım.

Mekândan ayrıldığımızda Kerem bizimle gelmemişti, zaten biz de arabaya binmemiştik. Salondan ayrılmış olmamıza ve artık kalabalıkta kaybolmayacak olmama rağmen Han belimi hâlâ bırakmamıştı ve ben de bırakmasını söylemiyordum. Kaldırımdaydık ama ben onun bir adım kadar önünde duruyordum. Yan yana kaldırıma sığmamız biraz zordu zaten. Sokağın köşesini döndük ve kimsenin olmadığı boş bir sokağa girdiğimizde, Hazer Han durdu. İlk önce onun durduğunu fark etmeden ileriye doğru birkaç adım attım ama eli belimden kaydığında durduğunu anladım. Elektrik direğinin altında durdu ve kendisinden daha kısa olan bana baktı. “Dans etsene... Fakat bu sefer benim için?”

Dans... Benden istediği bu muydu? İlginçti, çünkü kimse benden böyle bir şey istememişti. “Burada mı?” diye sordum garipseyerek. “Sokak ortasında?”

“Eve gidene kadar beklemek istemiyorum.”

Bu gece müziği duymaya başladığımdan beri zaten dans etmeyi istemiştim. Dans etmemi istiyorsa edecektim, o benim için, ne ifade ettiğini anlayamadığı büyüklükte bir şey yapmıştı sonuçta. Babacığımı bulmuştu. Yanağıma dökülen bir iki tutam saçı kulağımın arkasına koyduktan sonra parmak uçlarımda koştum ve çantamı kaldırımın kenarına bıraktım. Dans ederken rahat edebilmek için üzerimdeki uzun paltoyu çıkardım ve Hazer’in avuçlarına uzattım. “Tutar mısın?”

“Tutayım,” dedi sessizce.

Gracias.”

İç çekti. “Ben gracias.”

Hazer irkilerek paltomu aldı. Paltom olmadığında üşüdüğümü hissetmiştim ama dans ederken zaten ısınacaktım. O geçip kaldırıma oturduğunda geriye doğru adımladım ve onun kadrajından çıkmadan durdum. Hazer Han ceketinin cebinden çıkardığı sigara pakedinden bir dal çıkardı. Sigarayı dudaklarının arasına yaslayarak siyah çakmağıyla ateşledi. Gözlerimi gözlerine hizalayarak ellerimi iki yanımda açtım. “Senin için,” diye fısıldadıktan sonra parmak uçlarımda yükselmeye başladım. Hazer Han ağzında sigarası olmasına rağmen dudağının kenarını ısırdı ve beni tekrarladı: “Benim için.”

Müziği duyamıyordum ama bu sefer müzik onun gözlerinin gürültüsü olabilirdi. O gözlere kulak vererek vücudumu esnettim. Parmak uçlarımda tamamen yükselerek ufak adımlarla kendi etrafımda döndüm. Sırtım ve bacaklarımda zorlama yüzünden meydana gelen yanmayı hissettim ve tekrar ona döndüğümde tabanlarımın üzerine yavaşça bastım. Kollarımı da iki yana indirirken, Hazer’in ceketini çıkarttığını gördüm. Bu soğuğa rağmen gömlekle kalmıştı. Sigarasını dudakları arasından çıkarırken, gözleri vücudumu yavaşça izlemeye devam etti. Sık sık yutkunduğunu es geçemezdim.

Sol bacağımı kaldırarak esnettim ve yukarıya doğru kaldırırken, eteğimin açıldığını hissettim. Utandım ama Hazer gözlerini acele içinde yukarıya çıkarma nezaketi gösterdiğinde, ona minnettar kaldım. Uzun bacağım tamamen yukarıya çıktığında ayağım neredeyse yüzüme yaklaşmıştı ve baldırlarım yanmıştı. Bu hareket zordu. O yüzden kısa tuttum ve ağırlığımı diğer ayağıma vererek kendi etrafımda, eteklerimi uçuşturarak birkaç tur attım. Rüzgâr bıçak kadar keskin manevralarla çıplak kalan vücuduma çarparken, Hazer’in titrek soluğunu duyar gibi oldum. Döndüm, döndüm, döndüm. Ahenk ve uyum içinde, onun benim için çaldığı müziğe kapılarak, şevkle... Hazer sigarasını son kez dudaklarına verirken, dönüşümü tamamladım ve boynumdan aşağıya akan soğuk teri hissederken reverans yapmak için önünde eğildim. O an, hiç ummadığım bir şey oldu, bileğim yan yattı ve vücudum düşmeye meyletti.

Kendimi sert yüzeye düşmeye hazırlayarak ufak bir çığlık attığımda kendimi yerde değil de Hazer’in kollarında buldum. Kolu beni düşmeden yakalayarak sarmış ve vücudumu vücuduna yaslamıştı. Aniden gelişen olayla beraber hazırlıksız yakalanarak ellerimi omuzlarına yasladığımda, ikimiz de nefesimizi tutarak karanlık içinde birbirimize giden yokuşu çıkmaya başladık. Hazer de buna benim kadar hazırlıksız yakalanmış görünüyordu. Yutkunarak beni yönlendirdi ve döndürerek yanındaki kaldırıma doğru bıraktı. Kalçam soğuk yüzeyle buluştuğunda, Hazer hiçbir aceleye gerek görmeden benden uzaklaştı ve elini belimden çekti. “Gracias.”

Bir şey demedi. Önüne döndü ve parmakları arasındaki izmariti kaldırımın kenarına bırakarak ellerini kucağına koydu. Mahcup olmuştum, heyecandan yeterince iyi dans edememiştim. Üzüntüyle iç çekerken, bacaklarımı kendime çektim ve Hazer’in paltomu dizlerimden aşağıya bırakmasını izledim. Palto bacaklarımın tamamen örttü. Bana hiç bakmadan ellerini tekrar üzerimden çekti ve başını önüne eğerek parmaklarıyla oynamaya başladı. Esnedim ve çenemi dizime dayadığımda, Hazer’in Kerem’le konuştuğunu duydum. Arabayı getirmesini istedi. Telefonu cebine bıraktığındaysa gözlerini bana çevirdi. O an bazı yüreklerin altında kötü canavarlar olduğu gibi bazılarının altında da güzel canlılar olduğunu gördüm.

“Uykun geldiyse, başını omzuma yaslayabilirsin. Tabii, istersen... Gözlerin kapanacak gibi duruyor, onun için dedim. Ben hiç kıpırdamam, rahatsız etmem...”

Gözlerimi yumdum ve o ara vermeden konuşmaya devam ederken, başımı yumuşakça sol omzuna bıraktım. Yanağım geniş omzunu kaplayan gömleğine yerleşti ve teninin sıcaklığı yanaklarımı büyük oranda kızarttı. Çok utandım. Gözlerimi kapatmasam ya da böyle çok uyumak istemesem bunu yapmaya cesaret edemezdim. Zaten gözlerine tekrar nasıl bakacağımı da bilmiyordum. Sanırım ondan kaçacağım. Elimin içindeki ipek kravatını sıkarken, gözlerimi daha sıkı yumdum ve burnuma yükselen kokuyu hissettim. Tanrım, bazı insanların vücutlarına dünyanın en güzel kokularını saklamış olabilir misin? 

“Kül Kedisi’ni bir günlük de olsa Sindirella’ya çevirdiğin için teşekkür ederim Hazer...”

BÖLÜM SONU.